İskân Kanunu, sürgün ve “af” sorunsalı

İskân Kanunu, sürgün ve “af” sorunsalı

İskân Kanunu, sürgün ve “af” sorunsalı

“AF” ve “İSYAN” söylemlerini dilimizden söküp atalım. Toprağa kefensiz düşen atalarımızın kemiklerini sızlatmayalım; ayıptır, günahtır!

Sosyal medyada paylaşın

Şükran Lılek YILMAZ

Doğduğumuz coğrafyada, yakın bir zamana kadar bırakın doğum günlerini, yılın dahi bir önemi yoktu. Sadece erkek çocuklarının askerlik gibi resmi yükümlülüğü nedeni ile doğum yılı önem arz ederdi, o da daha çok birkaç yaş küçük yazdırılarak çözülürdü ki erkek çocuklar askere gidinceye dek iş gücüne katkıda bulunulsun istenirdi.

Yazı dili olmayan bir kültürel topluluğun üyeleri olarak sözlü aktarım geleneği önem arz ettiğinden tüm önemli anlar da bulunduğu anın toplumsal olayları ile tarihlendirilir. Dolayısıyla çocukların doğum tarihleri de doğdukları anın özel durumları ile özleştirilir ve bu şekilde gelecek nesle aktarılırdı. Örneğin doğum yapan kadınlar çocuklarının doğumlarından bahsederken “Roce Xızır bi/Xızır oruçlarıydı”, “Waxtê cünun bi/Harman zamanıydı”, “Piye to eskeriye de bi/Baban askerdeydi”, “A serre 4 m. vorı vare/O sene 4 metre kar yağdı” diyerek zamanı tarihlendirilir.

Tarihlendirmede kullanılan toplumsal olaylar sıradan olabileceği gibi o toplumun hafızasında onarılmaz derin yaralar açmış olan travmatik olaylar da olabilir. Örneğin; Dersim kırımı, sürgünlerin memleketlerine dönmesi, askeri darbe vb. Genelde yaşandığı dönemin anlatımı ile şekillenen ve toplumsal hafızayı oluşturan bu bilgiler nesilden nesile aktırılırken elbette tarihsel bağlamında, koşullara göre değişime uğrar. Olayların yaşandığı dönemden uzaklaştıkça ve bilginin yeni şekliyle kayda alınması, örneğin sözlü anlatımdan yazılı anlatıma geçilmesi ya da değişen sosyal ve siyasal koşullar ister istemez bilgiyi de değişime uğratmaktadır. Bilgideki bu değişimler sözcük bazında olabileceği gibi olaylara ait yazılı döküman ve arşivlerin ortaya çıkarılması ile olayların tarihsel gelişimi bazında da olabilir.

Örneğin, 1938 Dersim Tertelesi’nde o kadar yoğun devlet propagandası yapılmıştır ki bugün sadece tüm Türkiye değil Dersim’in önemli bir kısmı da Dersim’de isyan olduğuna inanır. Oysa günümüzde yapılan araştırmalar sonucu ve bazı arşivlerin ortaya çıkışı ile “Dersim isyanı” yerine bir soykırımdan bahsedilmesi gerektiğini biliyoruz. Aynı zamanda Dersim’de bir çok yaşlı bireyin hafızasında; “Devlet af çıkardı, sürgünler köylerine döndü” söylemi öyle güçlü yer alır ki devletin yürüttüğü bu güçlü propagandalar sonucunda Dersimlilerin çoğu atalarının gerçekten “isyan ettiği” için katledilmeyi hak ettiğine, sağ kalanların ise sürgünle cezalandırıldığına inanırlar.

Dersim’de sürgünlerin yurtlarına dönmesi “AF” olarak dillendirilse de gerçekte; 1934 tarih ve 2510 sayılı İskân Kanunu ile sürgün edilen insanların, yine aynı kanunda 1947 yılında 5098 sayı ile yapılan değişiklikle köylerine dönebilme yolunun açılmasıdır. Ve böylelikle Türkiye’nin dört bir yanına sürülen Dersimlilerden bir kısmı 1947 yılında ana yurtlarına dönebilmiştir.

2013 yılında bende oluşan bu farkındalıkla olsa gerek, Dersimli olsun olmasın; araştırmacı, yazar veya aydınların “Af çıktı, sürgünler köylerine döndü” sözünü kullandıkları dikkatimi çekiyor.

Oysa nasıl “Dersim isyanı” yerine Dersim Tertelesi ya da Dersim kırımı diyorsak ‘’AF’’ sözünü de kullanırken dikkat etmeliyiz. Zira eğer biz, atalarımıza yapılan zulmün ardından “Çıkan afla sürgünler köyüne döndü” demeye devam edersek TC Devleti’nin, ulusal ve uluslararası arenada sürdürmeye çalıştığı “Dersimliler isyan etti, biz de bastırdık” söylemini kabul etmiş oluruz. Bunu yapmayalım, “AF” ve “İSYAN” söylemlerini dilimizden söküp atalım. Toprağa kefensiz düşen atalarımızın kemiklerini sızlatmayalım; ayıptır, günahtır!

Sosyal medyada paylaşın

Dersim’e “DEVA” olabilmek

Dersim’e “DEVA” olabilmek

Dersim’e “DEVA” olabilmek

Cihan Söylemez

av.cihansoylemez@hotmail.com

04 Aralık 2020

Türkiye’nin senelik rutin haberlerinden biri de, Dersim 1937-38’de yaşanan insanlık suçlarının çeşitli anma günleri vesilesiyle karşıt görüşler arasında tartışma yaratmasıdır.

“Dersim Meselesini” ana eksende tartışan iki büyük tarihselci kutup var ülke de; Resmi Türk Tarihçiliği ve Kürt Tarihçiliği

Bu iki kutbun devasa bir seçmen desteği yanı sıra devasa bir medya desteği var. Haliyle de ana gündem genelde iki kutbun ideolojisi doğrultusunda şekillenen ve bir kısır döngüye hapis olan bir seyirde her sene sürüyor.

Sonuç mu ? Elinizde ne olursa olsun, o sıfırla ( 0 ) çarpılıyor ve ortaya onca yıllık tartışmaya rağmen yol kat edilebilen bir durum çıkmıyor.

Ve gelinen noktada gündemi, magazinsel olarak “ Yıldız Tilbe “ dahi belirleyebiliyor. Ülke de insanlar “ Dersim” meselesi üzerinden “ Yıldız Tilbe taraftarları” ve “ Yıldız Tilbe Karşıtları” diye ikiye bölünüyorlar.

Peki meselenin odağında olanlar, mağdurlar

Bugün TBMM Dilekçe Komisyonuna benim hazırlamış olduğum dilekçeleri gönderen binlerce mağdura, TBMM tarafından cevap verilmiş değil. Gazeteci-Yazar Yalçın Doğan’ın “ Savrulanlar Dersim, 1937-1938 ve hatta 1939” adlı kitabını okuyanlar, bir hukukçu olarak benim bu konuda ki magazine dayanmayan, popülizmden uzak ve sonuç almaya odaklanmış yaklaşımımı çok daha iyi anlarlar.

Seyit Rıza’nın mezar yeri davasının savcılık soruşturması
Seke Sure Toplu Mezarının Açılması davası
Hüseyin Akgün’ün Devlet Bahçeli’ye karşı açmış olduğu tazminat davası
Türk Solu Dergisine karşı açılan ceza davası
Hüseyin Akgün’ün aile fertlerinin katledildiği toplu mezarın açılması davası…

On seneyi dolduran meslek hayatımda hukuk, demokrasi ve tarihle yüzleşme adına yürüttüğüm mücadelenin bir sonucu olarak tüm bu süreçler arşivimizde duruyor. Prof. Dr. Şükrü Aslan’ın “ Hozat” adlı kitabında hukuksal olarak bu konular tarafımca yazılan bir makaleyle de okuyucuyla buluştu.

Tüm bu hukuksal süreçlerde sosyolojik olarak gördüm ki, “ Dersim” adına hareket eden bin bir grup ve bin bir ses vardı. Bu seslerin sahipleri, birbirlerini dinlemek istemiyorlardı. Birbirlerine tahammülsüz ve fevriydiler. Bir acının etrafında bin bir fırkaya bölünmüş, ağlanacak hale gülünecek bir toplumsal vaziyet ne yazık ki gözler önündeydi.

Hukuk, sadece bir ideolojiye menfaat sağlıyorsa bu bin bir ses için önemliydi. Bu nedenle de popülizmden beslenen medya için “Hukuksal Mücadele” değil, meseleyi Arap Saçına döndüren siyasetçilerin, ne dediği önemliydi. Ve netice de gelinen noktada Dersim Meselesini, siyaset üstü ele alamayan, evrensel hukuka dayanmayan ve kimi zaman milliyetçi kimi zaman aşiretçi kimi zaman ezbetçi dar görüşlü grupların yarattıkları kaosu, başarısızlık hikayelerini başarı gibi basına gösteren müflis işleri izliyor ve kakafonilerini dinliyoruz.
Ve şimdi de Ali Babacan’ın üstü kapalı “ Dersim” mesajlarını basından okuyor ve izliyoruz. Deva Partisi, “ Dersim’e Deva Olacak mı?” bilemiyorum. Belki de “ Yıldız Tilbe, Deva Partisinde siyasete başlar ve iklim Yıldız Tilbe’nin Askerlerinin olur” diye gülüyorum, içimden…

Şair Yönüne Hayran Kaldığım Şair Kemal Burkay’ın “ Gülümse” adlı şiirinin mısralarını bir an hatırlıyorum.

“…Tüm şehir bana küskün
Bir kedim bile yok anlıyor musun
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”

Evet, yine de gülümseyelim ve şairimizi dizelerinde yalnız bırakmayalım. Ve Dersim’in “ Devası” nedir, onu aramaya çalışalım. Ana medyadan yerel medyaya tüm muhataplarca… Arap Saçına döndürmeden, ideolojiye hapis etmeden, popülizmden uzak şekilde…””

Dersim’e “DEVA” olabilmek

Munzur’un feryadı…

Munzur’un feryadı…

Cihan Söylemez

av.cihansoylemez@hotmail.com

09 Ağustos 2022

Munzur’dan bir ağaç şöyle dedi; Dumandan, boğulmak üzereyim. Hem benim dallarımı-gövdemi kesip hem gölgemden istifade edip hem de beni boğuyorsunuz.

Munzur’dan bir balık şöyle dedi; Yine mi tiri-viri, ne zaman avlanma yasaklarına uyacaksınız? Suyun içinde bulaşık yıkayıp, kirli atıkları benim yaşam alanıma salıyorsunuz. Bira şişesini kafama atıyorsunuz. Dışarı başımı çıkaracak olsam hunharca bana saldırıp, beni yemek için hücuma kalkıyorsunuz. Kılçıkları mı pulları mı da kızartma yağınızla birlikte suya döküyorsunuz.

Munzur’dan bir kuş; Nefes alamıyorum. Piknik değil sanki Piknikçi yangını. Dumanda uçamıyorum. Yuvamı her gün gündüz terk edip, gece dönüyorum. 

Munzur’dan bir temmuz böceği; Kendi sesimi şu gürültü kirliliğinden duyamaz oldum.

Munzur’dan bir toprak parçası; Yine mi beton, yine mi kazma , yine mi iş makinası? Her gün bir yerden alınıp, bir yere savruluyorum. Üzerime beton dikmek için heveslenen üzerimden para kazanmak için uğraşan ne çok Adem oğlu var. 

Munzur’dan bir damla su; Hürriyetimden oldum yine, beni gözemden alıp, kanserojen plastik şişelere koyup, güneşin önünde sıcakta plastikte bekletip, tüm pozitif kimyamı negatife çevirip, sonra soğutup-içip, şifaa bulduğunu zannedenler ne komik? Ama ben özgür akmak istiyorum. Bir pet şişeye girip, insanlara şifaa yerine hastalık vermek istemiyorum. 

Munzur’da bir tavşan; Şu araçların sesinden çok korkuyorum. Bir kaç sene evvel bu kadar fazla araç bu yollardan geçmiyordu. Çıkardıkları egzoz dumanı, vadimin havasını kirletiyor. Gece far ışıklarından kaçamıyorum.

Munzur’da bir ayı; Tavşan kardeşe hak veriyorum. Şu araç yoğunluğundan su kıyısına inip yavrularımla su içemiyorum.Şu uzun tırlar benim korkulu rüyam. Bir yavruma bu tırlardan biri çarptı ve öldü. Vadide ki araç trafiğini kontrol eden bir Adem oğlu yok mu?

Munzur’da bir vaşak; İnsanlar köylerine yerleşmek yerine, eskiden yerleşik köylülerin aksine macera tutkusu ile benim bölgelerimde geziyorlar. Eskiden el değmemiş bakir ne yer varsa şimdi hepsi instegram fenomenlerinin sonu gelmez gezi güzergahında. Foto kapanı ayrı dert, kaçak avcısı ayrı dert. Su kenarlarına da inemiyorum.Sanırım göç edeceğim.

Munzur’da bir ziyaret taşı; Şu ziyaretime gelip niyaz edip murat dileyen ne çok Adem oğlu oldu. Eskiden fabrikasyon mumlar yakılmazdı, üzerimde. O eski insanlar nereye gitti. Onların doğal yollardan yaptıkları çılalar yandı mı, ben hiç rahatsız olmazdım. O eski insanların dua lisanları da bir başkaydı. Bana dokunup, ağlayıp, derdini bana anlatan o kadim Dersim lisanı Dersimce’nin yerinde şimdi yeller esiyor. Nene, torunu için Dersimce dua ediyor, torunu Türkçe dua ediyor. İkisi birbirini anlamıyor. Şu doğa ile dost eski insanların yerini şimdi onların soyundan olan ama ne huyu ne suyu ne de lisanı benzemeyen insanlar aldı, ya. Ama geçen bir çocuk geldi. Alnını, taşımın Çıla yanmış karasına sürdü ve Dersimce dua etti. Ben ne çok sevindim, buna şahit olan yakında ki bir başka ziyaret ağaç ne çok sevindi anlatamam. Bazen de üzülüyorum. Ziyaretimin yanı başında mangal yapıp, atıklarını benim etrafıma savuranlar da var. Beni yok sayan beni batıl gören Adem oğlu da var. 

Munzur’da bir keçi; Gözlerim kapandığına göre az sonra bir dilek için canımdan olacağımı biliyorum. Dağ keçisi olsaydım belki başka bir türlü yaşamım son bulurdu ama ben bu sona alışığım. Alışık olmadığım şey ise beni kurban edip, organlarımı Munzur’a atıp Munzur’u kirletenler. Benim kurban edilişim sonrası su kenarlarında öyle mide kaldırıcı iğrenç kokular oluyor ki, Adem oğlu bu kokuyu nasıl içselleştiriyor anlamıyorum.

Munzur’da bir kaplumbağa; Su içmek eziyet oldu bana. Ormandan su kenarına indiğimde her yerde Adem oğlunun olduğunu görüyor ve kabuğumun içine gizleniyorum. Kimden utanıyorum kimden korkuyorum ben? Burası benim yuvam değil mi?

İnsan hiç adını unutur mu?

İnsan hiç adını unutur mu?

İnsan hiç adını unutur mu?

Şükran Lılek YILMAZ

haber@yenitunceli.com
22 Şubat 2021

Unutmaz! Eğer, hafıza kaybı, demans, alzhiemer benzeri  nörolojik bir hastalığa maruz kalmadıysa  unutmaz. Ben, unuttum! Herhangi bir nörolojik hastalığım da olmadığı halde, unuttum. Üstelik neden ve nasıl unuttuğumu bilmeden unuttum.

Nüfusunun çoğunun Zazaca konuştuğu Dersim (Tunceli)’in Ovacık ilçesinin bir köyünde doğmuşum, ailemin yaşama tutunabilen ilk çocuğuydum. Anne ve babam, ekonomik nedenlerle Ovacık ilçe merkezine taşınma kararı almıştı. Yeni ev, yeni komşular, dükkanlar, lokantalar ve daha önemlisi köyümüzdekinden çok farklı yeni bir yaşam biçimi ve yeni bir dil…

Neden taşındığımızı, neler olduğunu algılayacak yaşta değildim elbette. Ancak küçük yaşta olmama rağmen yaşadıklarımdan bende iz bırakan bazı olayları çok iyi hatırlıyorum. Hatırladıklarım arasında başta ev sahiplerimizin çocukları da dahil olmak üzere sokaktaki çocukların anlamadığım bir dilde konuşmalarıydı. Yalnızca annelerine seslenirken veya arkadaşlarıyla kavga ederken benim bildiğim dilde konuşuyorlardı. Tırki (Türkçe) olduğunu söylüyordu annem bu dilin. Bana da dışarı çıkıp çocuklarla oynamamı, onlarla konuşarak bu dili öğrenmemi söylüyordu durmadan. Kendi de çabalıyordu öğrenmek için Tırkiyi. 

Evde sorun yoktu, çünkü aile içinde ana dilimi konuşuyordum. Fakat sokak öyle değildi. Biri bir şey söylerse cevap veremem korkusuyla kapının önünden iki adım öteye gidemiyordum. Bu durum uzun sürmedi, kısa sürede ben de yaşadığım çevreye uyum sağlamış, komşu çocuklarıyla oynarken konuşulan dili tek tük kelimelerle, kısa cümlelerle öğrenmeye başlamıştım.

İlçe merkezinde iki yıl yaşadıktan sonra annem, “biz okumadık, bari çocuklarımız okusun,” kaygısıyla babama ısrar edince ikinci ve daha uzun bir yolculuğa çıktık. İstanbul’a gidiyorduk; taşı toprağı altın şehre! Köyden kente göç eden her aile gibi bizim de bir kat yatak, birkaç kap kacaktı yükümüz…

Bu yolculukla benim, adımı unutma sürecinin daha katı, daha hızlı ve de daha yıkıcı ikinci adımı böylece başlamış oluyordu. Hemşeri dayanışması ile geldiğimiz İstanbul’un, yerleştiğimiz kenar mahallesinde her ne kadar birkaç hemşerimiz olsa da nüfusun çoğunluğu Türk’tü. Biz o zamanlar hepsine kısaca “Tırk/Türk” diyorduk, ancak zamanla aralarında Balkan göçmenleri, Karadenizli, Egeli farklı kültürel gruplara mensup insanlar olduğunu öğrenecektik.

İstanbul’a taşındığımızda 12 Mart muhtırasının üzerinden kısa bir süre geçmişti.  Ve biz hem Aleviydik hem de Zazaca konuşuyorduk. 38 Kırımını yaşamış bir grubun üyesi olarak geldiğimiz bu koca şehirde tedirgindik. Geldiğimiz ilk günlerde anne babalarımızın, komşulardan gelecek, nereli olduğumuz sorusuna Elazığlı veya Erzincanlı olduğumuzu, Ramazan’da oruç tutup tutmadığımız sorusuna ise tuttuğumuzu söylememizi sıklıkla hatırlattıkları bir dönemdi.

Benim okula başlama yaşımdı, böylelikle eğitim hayatıyla birlikte artık evde de ağırlıklı konuşulan dil Türkçe olmuştu. Annem de şehre adaptasyonunu tamamlama ve aile ekonomisine katkı sunmak için çalışma arzusuyla Türkçeyi öğrenmek için azami çaba harcıyordu. Hatta bir ara kardeşimle bana okuldan gelince Zazaca konuşmayı yasaklamıştı. Böylelikle Zazaca-Türkçe karışık bir dil geliştirmişti kendine. Bu süreç, annemin çalışma yaşamına başlamasıyla gittikçe Türkçe ağırlıklı konuşmaya evrildi ne yazık ki. Bugün olmuş, annem hâlâ bizimle sohbetlerinde Zazaca-Türkçe karışık konuşur.

Önce eğitim yaşamı, ardından iş yaşamımda mesleğim gereği mecburi hizmet nedeniyle aileden uzaklaşmamın etkisiyle her ne kadar anadilimi unutmamış olsam da adımı tamamen unutmuştum. İstanbul’a göçün ardında, yaz tatillerini köyde geçirmem nedeniyle dilimi unutmuyordum. Evde ne zaman köyden konu açılsa anılarımızı  yad ederken annemle veya köyden gelen akrabalarımızla anadilimiz konuşuluyordu. Bu nedenle dilimizi konuşmayı hiç unutmadım; arada bir hatırlayamadığım kelimeler olsa da…

Benim açımdan yalnızca aile içinde ve yaşlı akrabalarımızla konuştuğum ana dilimle ilgili önemli bir gelişme, sosyal medyada karşılaştığım bir yazıyla oldu. 2009 yılında, o güne kadar konuştuğum ana dilimde yazılmış bir metne ilk defa rastlamıştım. Şaşırmakla beraber çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Konuştuğum dilin yazılabildiğinden habersizdim çünkü. Hatta ana dilimizde kitap, gazete, dergi üretildiğini gördüğümde yaşadığım heyecanı tarif etmekte hâlâ zorlanıyorum… Bu heyecanı yaşarken diğer yandan UNESCO’nun o yıl, pek çok dille birlikte benim ana dilimin de kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını açıkladığını öğrenmek beni son derece üzmüştü.

İnsan, hiç adını unutur mu? Ben unuttum, dahası bana unutturmuşlardı ve ben bunun farkında bile değildim…

Gerçekten adımı unutmuştum, önce Ovacık, ardından İstanbul; eğitim, iş yaşamı derken artık evde dahil olmak üzere yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin bana verdiği kimlikte yazan adımla yaşıyordum. Ta ki sosyal medyada Zazaca yazılan bir grupta tanıdığım, Almanya’da yaşayan ve Zazaca üzerine doktora yapan Dersimli, Mesut Asmên Keskin ile 2010 yılında  görüşene kadar. İlk karşılaşmamızda sohbet ederken evde bana nasıl seslenildiğini sormuştu. Hiç düşünmeden “Şükran” demiştim. “Onu sormuyorum, küçükken annen seni nasıl severdi mesela” deyince, o anda yanıt verememiş düşünmek zorunda kalmıştım. Sohbetimize devam ederken aklımda hep bu soru vardı; sahi bana ne diyorlardı, nasıl seviyorlardı? Yoksa beni hiç sevmediler mi? Yok canım, sevmemiş olamazlardı! Sonunda hatırladım, “Lıleka mı” dedim. Evet, benim köydeyken adım Lılek (Sevimli, güzel şirin kız çocuklarına söylenir) idi ve ben bunu unutmuştum. Babam, askere gittikten kısa süre sonra doğmuşum, iki yıl sonra döndüğünde evde, henüz ismi olmayan kızını, “Lılek” diye çağırıp sevmeye başlayınca adım Lılek kalmıştı. Elbette bu ismin nüfusa yazılmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Dolayısıyla adım, kimlikte Şükran’dı.

O gün, uzun yıllar sonra adımı hatırladığımda, Devlet’in üzerimizde uyguladığı asimilasyonun nasıl da iliklerimize kadar işlediğini ve bize dilimizi unutturmakla kalmayıp adımızı dahi unutturduğunun farkına vardım. Bu farkındalıkla kaybolmakta olan ana dilim Zazaca ile daha çok ilgilenmeye başladım.  Öncelikle bütün bu olanların üstünden kısa zaman geçmişken gelen Zazaca tiyatro yapma teklifini kabul ettim. Tiyatro, bana ana dilimi günlük yaşamda daha çok kullanma imkânı sağlayacaktı. Diğer yandan dilbilimci dostum, Mesut Asmên ile Zazaca üzerine konuşuyor, yazı dilini öğrenmeye çabalıyordum. Derken bu süreç beni o sıralar İstanbul’da yeni kurulmuş olan Zaza Dil ve Kültür Derneği (ZAZA-DER)’ne götürdü. Fırsat buldukça derneğe gidiyor, dil üzerine yapılan sohbetleri dinliyor, Türkiye’nin farklı şehirlerinden olup Zazaca konuşan insanlarla tanışıyor böylelikle unuttuğum kelimeleri yeniden hatırlıyor, Zazaca konuşmamı zenginleştirmeye çalışıyordum. Diğer yandan da aklımın bir kenarında dilimizin kaybolma tehdidiyle karşı karşıya kalması vardı. Bu nedenle derneğin yürüttüğü projelere, etkinliklere, elimden geldiğince katılmaya çalışıyorum. Çünkü, bana adımı unutturan sistem, hâlâ işlemeye devam ediyor; ana dilimizi öldürüyor.

Yukarıda belirttiğim gibi çocukluğumun yaz tatilleri köyde, anneannemin yanında, geçti. Türkçe bilmeyen bu kuşakla vakit geçirme imkânı bulan son kuşak biziz. Ve ne yazık ki dilimizin son aktaranı olan bu kuşağın bireylerinden sırası gelen bizi bırakıp gidiyor yavaş yavaş. Giderken de dilin; en saf, en duru, en orijinal hâlini beraberinde götürüyor. Anneannem, iki yıl önce felç geçirdiğinde  konuşma merkezi de etkilenmişti. Uzun süren tedavi sonrası doktoru, konuşmasının geri gelmeyeceğini söylediğinde önce anneanneme sonra kendime üzüldüm. Kendim için de üzüldüm, çünkü artık onunla dilimizi konuşamayacaktım; ondan bilmediğim, unuttuğum kelimeleri, deyimleri, ata sözlerini öğrenemeyecektim. Son zamanlarda ne zaman onunla konuşma ihtiyacı duysam, sağlığı yerindeyken kaydettiğim sohbetleri izliyorum ve iyi ki de yapmışım bu kayıtları diyorum..

Ve ben, şimdi adımın “Lılek” olduğunu hatırladığım gibi, rüyalarımı da yeniden ana dilimde görebilmenin umuduyla Zazacanın yaşaması için mücadele etmeye devam edeceğim. Çocuklarımız, adlarını unutmasınlar, ninelerinden, dedelerinden Zazaca masallar, ninniler dinleyebilsinler diye, ben üzerime düşeni yapmaktan vaz geçmeyeceğim.

(Artı Gerçek)

Dersimlilerin tüfekle tanışmasının hikayesi

Dersimlilerin tüfekle tanışmasının hikayesi

Dersim Raa Heqi İnancı’nda mitolojik bir “Dewrê Xızıri/Hewtemal” anlatısı

Asmên Ercan Gür

aliyedemeniz@hotmail.com

01 Mart 2022

• Tüfek; tüfek yeni çıkmış. Yani Dersim toprağına yeni getirilmiş. Türk devleti Pertek tarafından Dersim’e adım atmış. Pasao Sur’un eline tüfek tutuşturmuş. O tüfeği eline alıp Kertê Şinewari denilen (Surnevar uçurumuna-Koê Qırxleru) tarafına getirmiş. Biz o dağı Koê Goderigi olarak isimlendirirdik. O dağ, Xıran-Hıran köylerinin üst tarafındaki dağdır. Hıranlılar bu dağı kendi Kırdaşki dilinde adlandırmışlar.

Dersimlilerin tüfekle tanışmasının hikayesi:

Nejdi Bava (Pir Mahmut Yıldız): Heya, ma Kırmanci me; Usuvu, Suru be Çareku ra ki vatene “Zaza”. (Evet, biz Kırmancız. Yusufhan, Suran ve Çarekanlılara da “Zaza” derler.)

 Xal Çelker (Hasan Dursun): Piro, sen dedin Yusufhan, Suran ve Çarekanlılar Zaza kökenlidir; öyle mi?

Nejdi Bava: Suranlıların aslı Türk’tür. Pasao Sur (Kırmızı tenli paşa) geliyor. “Sur-ne-var” (Kırmızı aşağı indirildi) denilir. Koê Qırxleru-Kırklar Dağı’dır. Buraya “Koê Şinewari” derler. Şu Nazımiya ve Mazgirt arasındadır bu dağ.

Nejdi Bava: “Sur na var.” (Kırmızı derilinin aşağı indirildiği yer.) Yani demişler “Sur-kırmızı derili, aşağı kadar gelememiş.” Pasao Sur, askerini yanına alıp gelip bu yere çadır kurar. Tüfeğiyle de köyleri kolaçan etmektedir. Bu dağ zirvesinde-tepede çadır kurmuş ancak aşağı köylerin içine inememiş.

• Bu sebeple Hıranlılar, “Su na war.” demişler. Biz de Kırmancki dilinde “Şinewar.” demişiz. Oraya gelip çadır kurmuş. Tüfek yeni çıkmış, o da alıp Dersim toprağına ilk defa getirmiş. 

Bu hikayeyi daha önceden Munzur Çem’e anlatmıştım ve o bu hikayeyi yazmıştı. Neyse Sur, tüfeğini alıp birkaç köyde geziyor. Oranın altında en yakın köy Tırkele-Doludizgin’dür. O tüfeği ve askeriyle çevredeki Hıran köylerine ve elbette Tırkele’ye de gidiyor. İstiyor ki köy halkını devletin tarafına çeksin. Zaten Dersim’e bu amaçla gönderilmiş. Bu halkı Türk ve Müslüman görmedikleri için, kendilerine göre bu halkı Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak amacıyla göndermişler.

• “Tı-fong” kelime kökü itibariyle bizim Kırmancki dilinde bir kelimedir. “Taf u duman” ve “veng” kelimelerinin birleşmesiyle, yani “tı-fong”-dumanlı ses çıkartan bir alet… 

Tabi o zaman bu adam, yörede kendisine karşı çıkanları bu tüfekle ateş ederek vurup yere deviriyor.  Tabi bunun üzerine insanları bir korku esir almış. Kendi aralarında konuşmuşlar. “Yahu” demişler, “Bu Sur’un elinde bir şey var patlıyor. Ucundan bir şey çıkıyor, inansın bir yerinden girip diğer yerinden delik delerek çıkıp insanı yere seriyor.” Bunun üzerine teslim olurlar, bu Sur’a (kırmızı deriliye) fazla itiraz etmezler. Bir zaman bu korkuyla yaşarlar.

• Bu olan bitene bir türlü anlam veremezler. Derler, “Bu nasıl bir kusurdur, gelip kapımıza dayanmış.”

Neyse; Dersim evliyaları gelip o Koê Qırxleru’da cem bağlamışlar. Bu sebeple oraya “Kırklar Dağı” diye isim verilmiş. Dersim’de bu şekilde her mekanın ayrı bir öyküsü vardır. Bu tarih, bizim köylerimizin tarihidir. O Şinewari dağı bizim köylerimizin üst tarafındaki bir dağdır. Bu hadiseden, bu sebepten dolayı yaşlılarımız burayı “Koê Qırxleru” adlı isimlendirmeden sonra, “Koê Surnevari-Şinewari” demişler.

Xal Çekler: Surnewar meselesine bir daha gelirsek.

Nejdi Bava: Bir gün Khureşanlıların köyünde cem bağlanır. Cem değil, aşiretler-insanlar sorunlarını çözmek için toplanır cemat  ederler. Çünkü aşiretler arası bazı sorunlar yaşanmaktadır. Aşiretler Khureşanlılarda toplanırlar. O dönem Dersim’de hükümet etme, idare ocaklarının, pirlerin elindedir. Bu şekilde aşiretler toplanır ve var olan sorunlarını konuşmak için cemaat ederler. Konuşurlar da konuşurlar. Pir de bu heyetin başında yerini alımıştır.

• Eskiden bu hale, “Uşire-qılawune sımıta.” derlerdi. Yani “çubuk-pipo içmişler” derlerdi.

Derler Pir, çubuğunu-piposunu alnına dayayıp düşünceye durmuş. Uzun süre böyle, bu halde durup düşünmüş. Öyle ki neredeyse sabah oluyormuş. Nihayet cemaat yapanlar, “Pirim artık bir karar ver. Neredeyse sabah olacak!” demişler…

“Haklı haksız kim; kararını ver.” demişler. “Öyle bir karar ver ki bu aşiretler arasındaki husumet artık son bulsun.” Bunun üzerine pir, piposunu alnına dayamış ve:

• “Hey aşiretler! Sizler hepiniz ikrar sahibisiniz. Benim sözüme riayet eder misiniz?” diye cemaate sormuş. “Evet pirim; sen söyle, biz senin sözüne riayet ederiz.” demişler.

Pir, “Benim sözüm Khuresın sözüdür. Bu düşmanlık artık bitsin. Mesele hal oldu. Desımkahniye (eski Dersim) çatışma kültürünü artık sizin aranızda yasaklıyorum.” demiş. “Ancak sizin yeni bir düşmanınız var!” demiş. Düşmanınız odur Koê Şinewari’dedir” demiş.

———————————

[1] Beyaz adamın, Kızılderililer ülkesine ilk adım atmasına benzer bir hikaye. Çevirmenin notu.
[2] “Cemat kerdene-cemaat etmek”; tarafların karşılıklı görüşerek uzlaşmaları, bu amaçla var olan bir sorunu çözmeleri. Çevirmenin notu.

Xal Çelker: Halla hala!

Nejdi Bava: Heqo-vallahi!

• “Gidin; Pasao Sur (kırmızı derili paşa-adam), hala o çadırdadır. Ona engel olun! Bırakmayın orada ev yapsın. Şayet o orada ev yaparsa, sizin haliniz fenadır. Siz onu oradan artık söküp atamazsınız!” demiş pir.

“Tamam.” Diyorlar. Kalkıp pire niyaz ederek müsaade istiyorlar. Pir, kendilerine der “Durun; eve gitmeyin. Madem cemaat kamaları ve kılıçlarıyla bu şekilde toplanmış, yarın akşam filan köye gidin! Bizim Sagılo (Sagulo) köyüne gidin! Orada Mursayê Mewi’nin yanına gidin!” diyor. 

 O köy, evvela onların köyüymüş. Onlar Şıx Mamedanlarmış. Şêx Mamed o zaman Dersim’in yöneticisi-miri imiş.

Pir, “Mursayê Mewi çok daha önceden gidip o çadıra saldırmış. Neyin ne olduğunu biliyor. Adam ölünce dönüp geri gelmiş. Mursayê Mewi o çadırın yerini ve içindeki durumu iyi biliyor.” diyor. “Benim oğlum Heso Pêço size Mursayê Mewi’nin evini tarif etsin. Mursayê Mewi size çadıra hangi taraftan girileceğini tarif etsin. O bilgi ve tecrübe sahibidir. Gidin o çadıra girin, o Pasao Sur’u öldürün. Askerini de etkisiz kılın, o çadırı oradan sökün atın!” der. Neyse; bunlar Mursayê Mewi’nin evine varırlar. Mursayê Mewi bunlara der:

• “Biz bir kere gittik, başaramadık. Elinde bir şey var, patlıyor, insana değiyor…”

Artık birbirlerine nasıl tarif ediyorlarsa, bir şekilde çadırın yanına varıyorlar. Çadırın etrafını çeviriyorlar. Bava Hese çadıra girmek için hazırlık yapıyor.

Tabi tüfekte çadırdaymış. Bava Hese kamasını alıyor çadıra yanaşarak kesiyor ve içeri giriyor. O Pasaê Sur’un hizmetlisi de orada tüfek elinde çadırdaymış. Pasa da yataktadır. Ancak diyorlar o yatakta olan Pasaê Sur değilmiş. Hesen çadıra girer girmez tüfekle karşıdan kendisine bir el ateş ediliyor. çadırın içi karanlıkmış. Artık nasıl oluyorsa Hesen orada yaralanıyor. 

Xal Çelker: Yani kurşun Hesen’e isabet ediyor; öyle mi?

Bava Nejdi: Evet evet. Ancak Hesen evvela o çadırda yatakta olana hücum ediyor. Onu elindeki kamayla öldürüyor. Sonra onun koruması bekçiyi, Sur’un adamı olan koruyucuyu fark ediyor. Bu bekçi Hasan’a ateş etse de bir şekilde nasıl oluyorsa Hesen de onu yaralıyor. Adam bunun üzerine elindeki tüfeği ağız kısmından bir daha doldurmaya yelteniyor. Hesen, onu da orada kamayla öldürüyor. Sonradan Hesen çadırdan çıkıp nara atınca o diğerleri de o diğer askerlere-koruculara saldırıyorlar. 

Orada, o Şinewar dağında bir mağara var. Şimdi asker oraya, o dağın tepesine bir verici istasyonu kurmuş. Böyle uzun ve yüksek bir anten…

Oraya giden bu Dersimliler, elinde tüfekle oraya gelen bu kimseleri etkisiz hale getiriyorlar. O tüfeği de alıp köye geliyorlar. Dağdan köye doğru inince, dağın önünde Hiniyê Geme adında bir çeşme var. Hesen yaralıdır. Hesen’i oraya getirip kendisine çeşmeden su verirler. Orada çeşmenin önünde döşek boyutunda bir sal taşı var. Hesen’i o taşın üzerine yatırırlar. Hesen orada ölür. 

• O taşın üzerinde “nisange taşı” (ziyareti gören yer) dikilmiştir. Bu nisange-ziyaret yerine de “Kemera Hesê Berti” adı verilmiştir. 

Dedim ya Dersim’de her ağacın, her taşın, her ziyaret yerinin bir hikayesi vardır diye. Buranın da hikayesi budur. Efendime söyleyeyim, onlar o tüfeği alıp Mursayê Mewi güle gelirler. Elbet acıkmışlar da…

Derler hal durum budur; biz böyle böyle yaptık. Biz çadırı kaldırdık, onu koruyan korucuların da icabına baktık. Kendilerine tüfeği işaret edip sorarlar:

• Peki bu elinizdeki nedir? Ellerindeki tüfek demirden ve ağzı huni gibiymiş. Diyorlar, “o bekçi bununla bize ateş etti. Tüfek dedikleri şey budur.” 

Bunlar tüfeği ellerine alarak öteden, beriden gözlemlerler. Tabi bekçi tüfeği yeniden doldurmuş ancak tetiği düşürmeye fırsat bulamamış. Artık nasıl yapıyorlarsa, tetiği düşürüyorlar ve orada kendilerinden birini daha vurarak öldürüyorlar. 

İçine bakıyorlar, dışına bakıyorlar ama artık olan oluyor. “Halla hala” diyorlar. “Demek ki bunun içerisinde bir şey var.” diye düşünüyorlar. Diyorlar “Hesen dedi ki, ‘Ne varsa bunun içerisine dolduruyorlar.’” 

Diyorlar “Hele bir daha gidip o çadıra bakın! Çadırda ne var ne yok?” diye. Bunlar hep birlikte gidip çadırın içine bakarlar. Bakarlar bir iki tane ahşaptan yapılma kap var. Bakıyorlar ki bu kapların içinde siyah ve kum gibi bayağı ağır bir madde var. Bu barutmuş. Bu maddeyi ateşe attıklarında yanarak patladığını görüyorlar. Diyorlar, “Ne varsa budur, bundan ötürü olan oluyor.” Bu durumu tespit ederler. Tüfeği de alıp Dewa Khuresu’ya (Khureşanlıların köyüne) götürürler. Tüfek bir zaman orada kalır. 

Xal Çelker: Halla hala!

Nejdi Bava: Vallahi; tüfek bir zaman cemat eden o pir-bava gülde kalır.

Xal Çelker: Peki, o Sur’un meselesine oluyor?

Nejdi Bava: Devlet, o Şinewari dağının etrafındaki köylerin arazisini bu Sur’a-Ağaê Sur’a vermiş. Devlet bu adamı Dersim dışından başka bir yerden getirtmiş ve burada kendisine mülk vermiş. Kimileri bu kişinin “Türk-Sunni-Zaza” olduğunu söylüyor. Bu kişi Palu-Gökdere Büyük Dere’denmiş. Burada kendisine mülk verilmiş, ağa sıfatı kazanmış. 

Xal Çelker: Ancak Suranlılar, bugün artık adiliyle ve inancıyla Dersim’in yerli bir aşireti ve halkıdır.

Nejdi Bava: Elbette; onlar artık Dersim’in yerli bir aşiretidir. Dedim ya devlet Sur’un vurulduğu o dağın etrafındaki köylerdeki araziyi bunların çocuklarına vermiş ve bunlar oranın ağaları olmuşlar. Bizim zamanımızda Suranlılar hanedan idi, sözleri para ediyordu. O köylerin bulunduğu yerler Suranlıların topraklarıydı. Türkler eline tüfek vermiş, oraya getirmişler ki Dersimlilere korku versinler. 

• Khureşanlıların cemaati ile Suranlıların tüfeği meselesi bu şekildedir. O zaman tüfek bu topraklara bu şekilde geliyor. 

Xal Çelker: Sen dedin bu olay kimin devrinde olmuş?

Nejdi Bava: Mirê Maquli zamanındaymış. O dönem Dersim’e bu mir hükmediyormuş. Mirê Mamquli, Sey Mamedunoların dedesiymiş. İyisi mi ben bir ara sana bu Mirê Mamquli meselesini de anlatayım…

Kırmancki eser: “Bava Nejdi de Raa Heqi Sero Mobet.” Xal Çelker. Hard u Asmên Yayınevi. Ludwigshafen (Almanya) 2020.

Türkçe çeviri: Asmên Ercan Gür.